Yazarlar

Tüketiyorum, Öyleyse Varım!

Ne çok, değil mi, her şey? Ne çok hırs, ne çok sahip olma isteği bu… Açgözlülük değil; gözünü kan bürümüş bir güruh! Henüz ihtiyaçları tanımlayamadan, arzuları satın almaya başladık.

Modern birey, yalnızca sahip olduklarıyla değil; tükettikleriyle de bir kimlik inşa ediyor artık.

Peki, bu tüketme arzusu nereden doğdu? Bu hunharca istek neden oluştu? Ve daha önemlisi: Biz bu doyumsuzluğa gerçekten ne zamandan beri razı geldik?

Sosyolojik açıdan bakıldığında tüketim yalnızca bir ekonomik etkinlik değil; kültürel bir ifade biçimidir, evet, doğru. Jean Baudrillard’ın ifadesiyle:

“Modern toplumda insanlar ihtiyaçlarını değil, anlamları tüketir.”

Yani bir gömlek, yalnızca bir giysi değil; statü, kimlik, aidiyet ya da arzu nesnesidir.

Tam olarak almaya çalıştığımız şey acaba kimliklerimiz mi? Çok soru soruyorum bu konuyla alakalı. Cevapları korkutucu boyutta.

Alışveriş, artık ihtiyaçtan çok, onay alma biçimi hâline geldi.

Peki, neden sürekli satın alıyoruz?

Neden bir şeyleri elde ettikçe daha çok boşluk hissediyoruz?

Çünkü tüketim, varoluşsal boşlukları doldurmak yerine, onları daha da derinleştiren geçici bir örtüdür.

Bir krizin ortasında, bir yalnızlığın eşiğinde, bir değersizlik hissinin tam merkezinde buluruz kendimizi mağazaların ışıklı vitrinlerinde.

Tükettiğimiz şey aslında ürün değil; geçici bir tatmin, sahte bir değer duygusudur.

Ne çok boşluk, değil mi?

Ancak buradaki trajik döngü şudur:

Tükettikçe tanımlandığımız bir düzende, tüketmeyi bıraktığımızda yok sayılırız.

Kredi kartlarının limitleriyle sınırlandırılmış “özgürlük”, aslında borçla şekillenmiş yeni bir köleliktir.

Alışveriş merkezleri birer modern tapınağa dönüşmüş; “kendin ol” çağrısı yerine “sahip ol” çağrısını fısıldar hâle gelmiştir.

Bu noktada şu soruyla yüzleşmeliyiz:

Gerçekten neyi satın almaya çalışıyoruz?

Bir çanta mı, yoksa sevilme hakkımızı mı?

Bir marka ayakkabı mı, yoksa toplumda kabul görme ihtiyacımızı mı?

Hem soralım, hem de bu gerçeğimizle artık yüzleşelim.

Modern yaşam, bireyi yalnızlaştırırken aynı zamanda ona sürekli “eksik” olduğunu fısıldıyor.

Reklamlar yalnızca ürün değil; kimlik sunuyor insanlara.

Ve biz, o kimlikleri takas ederken kendi benliğimizden giderek uzaklaşmaya başladık. Adeta gözümüzü kan bürüdü.

O hâlde cevap aramamız gereken birkaç soru daha var:

Kendimizle baş başa kalabildiğimizde hâlâ kendimizi tanıyor muyuz?

Sahip olduklarımız bizi gerçekten tatmin ediyor mu?

Biriktirdiklerimiz arasında en az yer verdiğimiz şey kendimiz olabilir mi?

Buna gerçekten ihtiyacım var mı ve hangi açığımı bu aldığımla kapatmak istiyorum?

İşte tam bu noktada, Erich Fromm’un şu cümlesi kulaklarımızda yankılanmalı:

“Sahip olmak, var olmanın önüne geçtiğinde; insan ruhen tükenir.”

Artık daha çok şeye değil, daha derin anlamlara ihtiyacımız var.

Satın almak yerine sorgulamak, biriktirmek yerine bırakmak, gösteriş yerine gerçeklik…

Çünkü biz eşyaların değil, duyguların içinde kaybolduk.

Belki de şimdi tek yapmamız gereken, kendimize şunu soracak cesareti bulmak:

“Tüm etiketler çıkarıldığında bizden geriye ne kalıyor?”

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu