Yazarlar

SİLAHLARIN GÜCÜ İLE BEDELLERİN KIYASI

Devletler daima ordularını güçlü tutmak zorunda olduklarını bilirler. Fakat bu tavrın en az iki farklı sonucu doğar ve biri son derece irrasyoneldir, deliliktir!

İlk olarak devletin, güçlü ordu ile her an savaş tehdidine hazır olmasıdır. Diğer neticesi ise devletler ideolojik, ekonomik, dini veya başka saiklerle geçmiş hedeflerini de uygulayabileceklerini düşünüp hesaplarını farklılaştırabilirler.

Bu nedenle İran-İsrail savaşı, sadece klasik savaş mantığıyla analiz edilemez. Bu savaş niteliklerine göre okunacak olursa, vekil çatışma, asimetrik yıpratma, teknoloji, diplomasi ve ideoloji eksenlidir. Zamana yayılmış, net sınırları olmayan bir mücadeleye dönüşme ihtimali çok yüksek. Sonuçları sadece askeri değil; sosyolojik, psikolojik ve jeopolitik olacaktır.

İran, şehitlik ve mehdi anlayışına bağlı olarak savaşı halkı için “yüce görev” olarak belirliyor. Şehitlik, Mehdi’nin gelişi inancı ve tarihsel Pers İmparatorluğu misyonu taşıyan bir ulusal bilinçle hareket ediyor. İsrail ise yok edilme korkusuyla mutlak güvenlik ilkesinden sapmıyor. Tanrısal vadedilmiş toprak ve “Yok olmama” anlayışıyla hareket etmeye devam edecektir. Her saldırıyı varoluşsal görüp, savaşta “ölmemek için öldürmek” psikolojisini hakim kılacaktır. Bu iki kolektif psikoloji bir “tükenme savaşı” potansiyeli taşır.

Bu iki gücün tam ölçekli savaşa girmesi demek; jeopolitik eksenleri (örneğin Çin-Rusya-Hint-Pakistan bloğu ile ABD-AB ekseni) kutuplaştırabilir. Toplumsal düzlemde ise halklar savaşın nedenini unutup sadece sonuçlarıyla yaşamak zorunda kalır.

Bu yazıda, devletlerin askeri gücünü rasyonel bir hesaplama konusu yaparken, aynı ciddiyetle insanî bedeli neden değerlendirmediğini sorgulayalım.

Ayrıca bu tutumun hukuki ve etik sonuçlarını, özellikle uluslararası insancıl hukuk, savaş hukuku ve ayrımcılık ilkeleri bağlamında düşünelim.

Patriarkal Devletlerin Silah Algısı

Patriarkal sistemlerde devlet, şiddet aygıtlarını bir otorite göstergesi olarak konumlandırır. Bu bağlamda militarist (askeri) güç, genellikle egemen bir iktidar mimarisinin sembolüdür. Güvenlik ve kontrol, çoğunlukla sayılabilen ve ölçülebilen araçlarla (silah, asker, teknoloji vb) ile tanımlanır.

Bu anlayış içerisinde yaşlının, kadının, gencin ve çocuğun toplumsal kırılganlıkları güvenlik politikalarının nesnesi değil, sıklıkla ihmal edilen yan unsurlar hâline gelir.

İnsan Hakları Açısından Gözden Çıkarılanların Hukuki Statüsü

Savaşlarda veya militarist gerginlik dönemlerinde yaşlılar, kadınlar, gençler ve çocuklar başlıca üç düzlemde zarar görür:
Maddi zarar: Konut, okul, sağlık ve beslenme hakları ihlal edilir ya da askıya alınır.
Bedensel zarar: Toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, zorla silah altına alma, psikolojik travmalara neden olur.
Hak erişimindeki kayıp: Eğitim, ifade özgürlüğü, gelecek planlama kapasitesi dejenere olur.

Bu zararlar, 1949 Cenevre Sözleşmeleri, 1989 Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ve BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) kapsamında devletin pozitif yükümlülükleri arasında yer alır. Ancak militarist devlet yapılarında bu yükümlülükler sistematik biçimde ihlal edilmekte, zarar görenler “görünmez mağdurlar” kategorisine düşmektedir.

Üstelik Kuvvet Kullanma Yasağı (BM Şartı Md. 2/4); Meşru Müdafaa Sınırları (BM Şartı Md. 51); Güvenlik Konseyi’nin Yetkilerinin Aşılması (BM Şartı Md. 24, 39–42); Sivillerin Korunması (Cenevre Sözleşmeleri, IV. Sözleşme); Nükleer Tehdit ve Silahların Kullanımı (NPT ve Teamül Hukuku); Barış Hakkı ve Üçüncü Tarafların Korunması (BM Genel Kurulu Kararları ve İnsan Hakları Belgeleri) düzenlemelerinin ihlalinden doğan daha pek çok zarar devam edecektir.

Güvenlik Politikalarının Görünmeyen Bilançosu

Devletlerin askeri planlamalarında yer almayan, ancak toplumsal dönüşüm üzerinde büyük etkisi olan bu görünmeyen bilançosun şöyle bakabiliriz:
Silah yatırımlarının alternatifi olarak kaç okul inşa edilebilirdi?
Askerlik ya da çatışma nedeniyle travma yaşayan kaç genç, aktif ekonomik katılım gösterebilecekken sistem dışına itildi?
Kadınların militarist kriz ortamlarında kamusal alandan çekilmesiyle kaç kuşak toplumsal yada siyasal temsilleri yitirilmiştir?
Bu sorular yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda ekonomik ve yönetişimsel zararın boyutlarını da ortaya koymaktadır. Sürdürülebilir kalkınma hedefleriyle doğrudan çelişen bir güvenlik paradigması ortaya çıkmaktadır.

Hukuki Meşruiyetin Erozyonu

Patriarkal devletlerin militarist politikalarının hukuki meşruiyeti, artık yalnızca iç hukukla değil, uluslararası toplumun normatif çerçevesiyle de çatışma hâlindedir.

Özellikle temel ilkeler açısından ciddi sorunlar doğmaktadır.
Örneğin orantılılık ilkesi bağlamında savaş araçları ile toplumsal bedel arasında denge gözetilmemektedir. Sivil ve asker ayrımı gözetilmeksizin kolektif zarara neden olunmaktadır. Sorumluluk ilkesi bakımından ise insan hakları ihlallerin cezasız kalması, uluslararası ceza hukuku bağlamında hesap verebilirliği zayıflatmaktadır.

Tüm bu süreçlerin gittiği yönü tahmin etmek için kahin olmak gerekmiyor. Dünya bu silah ve ordu hesabı yapan insani bedellere hesapsız kitapsız yaklaşımıyla daha vahim günlere sürüklenebilir.
Hazır mıyız?

Yeni Bir Güç Tanımı Olabilir

Artık bir devletin gerçek gücü yalnızca sahip olduğu silahlarla değil, bu silahları kullanmadan kaç hayatı koruyabildiğiyle de ölçülmelidir.
Bu çerçevede en rasyonel dönüşüm ise;
Askeri hesapların toplumsal etki analizleriyle bütünleştirilmesi, yaşlılar, kadınlar, gençler ve çocuklar gibi dezavantajlı gruplar için “koruma ve onarıcı hak temelli mekanizmaların” güçlendirilmesi olmalıdır.
Tüm bunlar, devletlerin meşruiyetini sadece egemenlik üzerinden değil, “yaşatma kapasitesi” üzerinden tanımlamak anlamına gelir.
Kaçınılmaz çatışma koşulları nedeni ile “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” demek zorunda kalınabilir ama hayat, şehitlik kadar kutsaldır! Tıpkı kadim devlet geleneğimizde olduğu gibi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”! demeye devam edebilmeliyiz.

Uluslararasi Sistemde Olasi Sonuçlar

Hürmüz Boğazı tehdit altında; petrol fiyatlarında ciddi artışlar yaşanabilir. Irak, Lübnan ve Suriye’den yeni bir göç akışı başlayabilir. Suudi Arabistan gibi ülkeler, nükleer kapasite talebini artırır. Savaş durdurulamazsa BM’nin etkinliği yine sembolik düzeye düşer.

Zafersiz Zamanlar

Bu savaşta bir zafer yok, sadece daha büyük yıkımların provası var. İsrail’in güvenliği daha fazla tehdit üretir; İran’ın direnişi daha fazla acı doğurur. Nihayetinde kazanan yalnızca silah endüstrisidir, kaybeden ise masumlar ve toplumlar olur.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu