“BİZDEN OLSUN İSTERSE ÇAMURDAN OLSUNCULUK”TAN ÇIKIŞ VAR MI?

AHLAKİ AMNEZİ:
“BİZDEN OLSUN İSTERSE ÇAMURDAN OLSUNCULUK”TAN ÇIKIŞ VAR MI?
FİNLANDİYA’DAN TÜRKİYE’YE
Klasik eserlerden biridir Gregory Petrov’un “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” kitabı, Finlandiya gibi bir bataklıklar ülkesinin nasıl dönüştürüldüğünü anlatır. Savaşların ve yoksulluğun, yozlaşmanın gölgesinde geçen yıllardan sonra, yeniden nasıl inşa edildiğini konu edinir. Finlandiya bugün sadece ekonomik değil, aynı zamanda evrensel etik de örnek gösterilen bir ülke haline geldi.
Dönüşüm nasıl mı başladı?
Kitabın hikayesine göre, insanları kaba, basit hijyeni dahi ihmal eden, memurları rüşvet alan ve iş etiği olmayan, halkı sömürmeye dayalı bir entrikalar ülkesiyken… Yozlaşmanın kabul edilmesi ve bu yozlaşmanın sonunun bir yok oluş olacağının anlaşılmasıyla…
Ardından toplumdaki zeki insanlara bu farkındalığı kazandırıp diş fırçalama gibi en basit ilkeleri ordudan ve kırsaldan başlayarak, dürüstlük gibi erdemlere kadar yeniden öğretmek görevinin verilmesiyle oldu.
Ve mutluluğun zenginlikten çok adalet, güven ve aidiyet duygusuyla beslendiğini tüm dünyaya kanıtlıyan bir ülke haline geldi.
Gelin şimdi biz de kabul edelim…
Ahlaki bir amnezi bir bataklık gibi ülkemizde herkesi içine yavaş yavaş çekiyor. Bugün ahlak amnezisi yaşanmasının en önemli nedeni yanlışların tartışılamaması ve yanlış yapanların tarafgirlik (bizden olsun isterse çamurdan olsunculuk) nedeniyle korunması…
Ahlak ilkelerini kime sorsanız uzman kesilir, ama hangi duruma hangi ilke uygulanır? İlkeler arasında öncelik sonralık nasıl belirlenir? Her durumda her ilke mutlak mıdır? Düşünülmüyor… Müthiş bir gaflet var ve amnezi kronikleşmek üzere…
Bilirsiniz kadim Japon kültüründeki harakiri anlayışı, onurun ve sorumluluğun en uç ifadesidir. Kimse bugün böyle bir uç noktaya varmayı savunmuyor ama Japonya’da hâlâ, hata yapan kamu görevlisi toplum önüne çıkıp içtenlikle özür diliyor, istifa ediyor. Bizdeyse tam tersi: Hatasını örtmeye çalışan kişi, alkışlarla ekip veya sistem içinde tutuluyor.
Bu noktada devreye “pişkinlik” giriyor. Yaptığı hatanın farkında olan ama en ufak bir utanma emaresi göstermeyen, hatta bunu bir cesaretmiş gibi sunan tipolojiler türedi. Daha da vahimi, bu pişkinliğe özenen bir çevre oluştu. Yanlışı normalleştiren, ahlakı küçümseyen bir anlayış hâkim oldu.
Bizden olsun isterse çamurdan olsunculuk” dediğim bu çarpık tavırla muamelede zarar aslında öncelikle böyle korunan kişiye verilmiş oluyor. Çünkü bu şahıs o andan itibaren, hatası için özür dileyip bir daha yapmamayı içselleştirmek yerine, hatasını örtecek entrikaları çevirecek kişilerle örgütlenmeyi ve pişkinliği öğreniyor.
Yönetim kademelerinde bu tür karakterler çoğaldıkça, erdemli insanlar kenara çekilmek zorunda kalıyor. Doğru söyleyen susturuluyor, yanlış yapan terfi ettiriliyor. Böyle bir ortamda ahlak, yerini entrikaya; liyakat, yerini gayriahlaki bir sadakate bırakıyor.
PİŞKİNLİĞİ KİMLER ÇOĞALTIYOR?
Pişkinlik, yüzsüzlüğün bir biçimde maskelenmiş hâlidir; kişi, yaptığı hataların, kusurların ya da ayıpların tamamen farkında olmasına rağmen, en ufak bir utanç belirtisi göstermeden, adeta bunları bir meziyet gibi sunar. Hatasına karşı mahcubiyeti tanımaz ve utanmazlığını öyle ustaca sergiler ki, çoğu zaman çevresinde destekçiler oluşur. Böylece pişkinlik, hem bir savunma biçimi hem de yüzsüzlüğün en kurnaz hâli olarak sahnede yerini alır.
Bu durum toplumumuzda öyle bir hal aldı ki, pişkine ve pişkinliğine sahip çıkıp koruyup kollamak için yönetim mekanizmaları da çeşitli yöntemler geliştirdiler. Yanlışı yapan kişi kendilerinden ise kusuru maskeleyecek bir görevlendirme yapıp, gayri ahlakiliğinin devamını teşvik etmek marifet sayılır oldu. İdraki zayıf, henüz cehaleti aşamamış kimlikler bu yaklaşımı, zayıf olanı güçlüye karşı koruyup kollamak biçiminde yansıtır. Böylece taraftar toplamak, adını “hoşgörü” koyarak mümkün olduğunca çok kişiyi kandırmak maharet oldu.
“Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşeniyor” da diyebilirsiniz.
“Yangına körükle gitmek ahmaklığı da…”
Çünkü kimisi iyi niyetten,
kimisi kötü niyetten,
kimisi ahlaki bilgi yetersizliğinden (cehalet)ten ,
kimisi doğru çıkarım yapamama (ahmaklık) tan,
kimisi idrak eksikliği (aptal) lığından,
kimisi yalnız kalma korkusundan
Kimisi ve en tehlikelisi ise çok iyi bilmesine rağmen menfaatinden dolayı entrikaya destek oluyor.
Çünkü rekabet edemedikleri yada kullanamadıkları yüksek zekalara karşı düşük ahlak ve zeka seviyelerindekilerini maşa olarak kullanarak manipüle etmek bildikleri en iyi oyun!
Böylece yanlış yapmak sorun değil, olsa olsa entrikaya eşlik edecek insan bulamamak problemdir. Kamu kurumlarında neler oluyor? Kamu denetçilerinin nasıl oluyor da hiç haberi bile olmuyor? Sözün arasında sormuş olalım.
Pişkinlik gibi gayri ahlakilikler bu denli çoğaldığında ise toplumun iyiyi, doğruyu ve ahlakiliği ile yaşamaya çalışan kimliklerine de bu toplumdan çekilmek düşüyor.
AHLAKI İFLASIN SONUNDA NE KALIR?
Ahlaki bir çöküşün sonunda toplumun elinde ne kalır? Sadece suskunlukla kabullenilen yanlışlar, ödüllendirilen entrikalar ve dışlanan doğrular mı? Aslında daha da tehlikelisi kalır: Vicdanın sessizliğe gömülmesi.
Zamanla, insanların yanlışlara gösterdiği ilk tepki olan “rahatsızlık” hissi bile körelir. Yanlış olağanlaşır, doğruluk ise marjinalleşir. Bu da toplumda bir tür “ahlaki amnezi” yaratır: Ne doğru hatırlanır, ne yanlış yargılanır.
Böyle bir atmosferde yetişen çocuk ve gençler ne öğrenir? Onlar için başarı, hak ederek kazanmak değil, sistemin açığını bulmak olur. Yani entrika, liyakatin önüne geçer. Bu da sadece bireylerin değil, tüm bir milletin geleceğini karartır.
Otoriteye duyulan güvenin yok olması. Devlet kurumlarında çalışanlarını köleleştiren yöneticilerinin çarpık başarı hesaplamalarının maliyeti, o şehrin halkının kaybedilmesi olur.
Peki çözüm ne olabilir? Herkesin kendi bulunduğu yerden “Ben bu bataklığın neresindeyim?” diye sormasıyla başlar. Öğrenci kopya çekerken, öğretmen onu görmezden gelirken, bir yönetici yandaşını kayırırken bu soruyu sorabilse… belki dönüşüm orada başlar.
Dürüstlüğün yeniden bir erdem sayıldığı, özrün bir zayıflık değil, ahlaki bir güç olduğu bir toplum düşlemek nahiflik değil, toplumsal kurtuluşun ilk adımıdır.
DEMEM O Kİ!
Bir toplumun çöküşü, çoğu zaman yüksek sesle değil, sessiz bir kabulle başlar. Hataların konuşulmadığı, yanlışların korunmaya alındığı, ahlaki ilkelerin “bizden” olmayanı yok etme gerekçesiyle ezildiği bir yerde çürüme kaçınılmazdır.
Yukarıda bahsettiğim Petrov’un eseri, Finlandiya gibi hem fiziki hem de ahlaki anlamda bir bataklıktan, gelişmiş bir medeniyete dönüşümün hikâyesini anlatır. Bu dönüşüm, yalnızca bir kalkınma değil, bir vicdan hareketidir. Her şey, toplumun kendi yozlaşmasını açıkça görmesi ve buna dur demesiyle olur.
Peki biz ne yapıyoruz?
Bizde çoğu zaman hatayı yapan kişi değil, hatayı dile getiren kişi hedef alınır. “Bizden olsun, isterse çamurdan olsun” anlayışı; hem hatayı meşrulaştırır hem de o hatayı düzeltme ihtimalini ortadan kaldırır. Çünkü özür dilemek bir zayıflık, geri adım atmak bir kayıp olarak görülür.
ÇÖZÜM BASİT AMA ZOR!
Önce toplum olarak bataklığı kabul edeceğiz. Sonra da bu bataklıktan çıkış için herkes kendi sorumluluğunu üstlenecek. Özür dilemenin, hatayı kabul etmenin bir erdem olduğunu hatırlayacağız. Ardından bu kabulle yaşayanlar dik ve sağlam duracak.
Çünkü gerçek değişim, önce doğruyu savunanların yalnız kalmaktan korkmamasıyla başlar! İlkeler ancak hala onları savunan varsa hayatta kalır.