AKIŞKAN KÖTÜLÜK İLE YÜZLEŞME VE TOPLUMSAL VİCDANIN KURBANLA İMTİHANI

Ne diyordu şair…
“Şer atıp birini bedbaht edenler,
Ölünce Yasin’in ne menası var?”
Bu yazıda kolektif vicdan nasıl işliyor onu değerlendireceğim. Meseleye bedensel ölüm kadar toplumsal ölüme de işaret eden yönüyle bakalım.
Derin bir meseleyi bir köşe yazısı sınırlarına sığdırmak ve açıklamak için biraz daha yalınlaştırmaya gayret ederek anlatacağım ama analitik yazı formunu seven okurlarımı da ihmal etmeden…
Modern toplumların geç kalmış vicdan muhasebesiyle yüzleşme biçimlerini biraz Bauman, biraz Arendth örnekleri ile değerlendirelim.
Kolektif Kötülüğün Gündelik Pratikleri
Toplumsal ilişkiler ağında planlı kötülük, çoğu zaman doğrudan şiddetle değil, incelikli dışlama ve itibarsızlaştırma biçimleriyle tezahür eder. Bir bireyin sosyal, mesleki veya kültürel varlığına yönelik sistematik engelleme ve müdahaleler; onun çevresinden soyutlanması, yalnızlaştırılması veya “niteliksizleştirilmesi” yoluyla gerçekleştirilir. Bu tarz müdahaleler, klasik bir hukuki nitelikte bireysel fail (kim yaptı?) tanımlamasını aşar; çünkü modern kötülük biçimleri, genellikle kurumsal ve normatif örtüler altında meşrulaştırılır.
Zygmunt Bauman’ın “akışkan kötülük” kavramsallaştırması bu durumu açıklayıcıdır. Ona göre kötülük, modern yapılarda artık kişiselleştirilmez; süreçler içinde dağılır, anonimleşir ve gündelikleşir.
Böylece sorumluluğu taşıyacak özne silinikleştirilir; yerine kolektif bir gaflet ve dolaylı rıza geçirilir.
Toplumsal Ölüm ve Görünmezleştirme
Hannah Arendt’in perspektifiyle söyleyecek olursak “toplumsal ölüm”, yalnızca otoriter rejimlere özgü değildir. Günümüzde mikro ölçekte bile bireylerin sistematik dışlanması, haklarının gasbı veya itibarsızlaştırılması, onları hukuki olarak değil ama sosyolojik olarak “yok” edilmelerini amaçlar. Bu süreçte kişi, iletişimsel bağlarını, üretkenliğini ve varoluşsal görünürlüğünü yitirmesi istenir.
Bu türden görünmezleştirme pratikleri, çoğu zaman kamusal bir linç ya da bireysel iftira gibi açık şiddetle yapılması şart değildir. Daha çok; “pasif agresif” görmezden gelmeler, kurumsal sessizlikler ve kamusal ilgisizlikle örülür.
Bu kötülük ağı, örneğin iftiracı bir fail kadar, onu izleyen ama müdahale etmeyen toplum kesimlerinin de sorumluluğunu içerir.
Ölüm Sonrası Vefa: Vicdanın Telafi Arayışı mı, Gecikmiş Meşruiyet Üretimi mi?
Yaşarken kıyısından geçilmeyen, kıymeti teslim edilmeyen, desteklenmeyen bireylere yönelik ölüm sonrası gösterilen “vefa” biçimleri; çoğu zaman geçmiş sorumlulukların telafisinden çok, kamusal vicdanı teskin etmeye yönelik simgesel eylemler olarak karşımıza çıkar.
Tıpkı şairin dediği gibi, ölenin ardından Yasin okumak, mezarına çiçek bırakmak, hakkında methiyeler dizmek, gündelik yaşamda görmezden gelinen yoksulun kapısına kurban bayramında bir lokma et ile gitmek gibi ritüeller, modern toplumlarda vicdanın törenselleşmiş ifadesi olmuş, gerçek manasını yitirmiş eylemleridir. Ancak bu ritüeller, bireyin yaşarken maruz bırakıldığı adaletsizliklerin telafisi olamaz.
Bu noktada, Jürgen Habermas’ın “iletişimsel eylem kuramı” önemli bir çerçeve sunar. Habermas’a göre toplumsal uzlaşma, yalnızca biçimsel değil, içeriksel doğrulukla mümkündür.
Yani, bireyin ölümünden sonra kurulan olumlu anlatılar, yaşarken bastırılmış ya da yok sayılmış hakikatlerin yerini tutamaz. İletişimsel adaletin gerçekleşebilmesi için, yaşam süreci boyunca hakikatin görünür olması, bireyin kendi hakikati ve öznelliği ile toplumsal alanda yer bulması gerekir.
Çözüm Zor ama Gerekli ve Kaçınılmaz
Toplumsal adaletin anlamı, yalnızca hakların tanınmasıyla değil, bu hakların zamanında ifa edilip edilmemesiyle doğrudan ilgilidir. Yaşarken gösterilmeyen destek, suskun kalınan zulüm, görmezden gelinen yoksulluk; bir günlük destek ile ya da ölüm sonrasında gösterilen hiçbir ritüel ile telafi edilemez.
Bu nedenle, toplumsal vicdanı diri tutmanın en etkili yolu; kötülüğe karşı yaşarken müdahil olmak, adaletin sesini zamanında yükseltmek ve yoksulluğa karşı sorumluluğu geç kalmadan üstlenmektir.
Aksi takdirde, şerre ortak olan bir yapının içine yerleşmiş her birey, kendi vicdanını aklamaya çalışsa da, kötülüğe maruz kalan bireyin hafızası kadar toplumsal hafıza da bu gecikmeyi kaydeder. (Bu yazı kaydın bir suretidir)
Ve hafızanın tanıklığı, kötünün ve kötülüğün gücünün çok ötesindedir.
Bir gün mutlaka yüzleşirsiniz, belki bu alemde belki de mahkeme-i kübrada…
Ama mutlaka!…
Bu vesileyle Kurban Bayramınız mübarek olsun…