KİMLİĞİNİZİN VE EVRAKINIZIN YENi AKIBETI: DEEPFAKE

BBC dizisi The Capture üzerinden anlatacağım…
“Doğru” olduğunu düşündüğümüz şeyleri, kimler, nasıl üretebilir? Veya gizleyebilir?
Sadece bir kurgudan bahsetmiyorum, dijital çağın gerçekliğine yöneltebileceğimiz en sert sorulardan birini soracağız. İzlediğimiz, gördüğümüz her video, her belge doğru mudur? Var mıdır? Yok mudur?
Evrakınızın Yeni Akıbeti: “Sümenaltı”dan Silinmeye…
Bir dosyanın sümenaltı edilmesi, bir işin işlemden kaldırılması, bir kararın veya kimliğin “bile isteye unutulması veya unutturulması” gibi malum eski bürokratik refleksler artık biçim değiştiriyor. Belgeler artık kaybolmuyor, görünmez hâle getirilebiliyor.
Bir e-postanın, bir iç yazışmanın, bir raporun sistem içinde var olması ama görünmemesi ya da sanki hiç var olmamış gibi dijital izlerinin manipüle edilmesi, yeni bir “bürokratik sansür” biçimi haline gelebiliyor.
Hatta bunlar yeterli olmazsa, ebys gibi sistemlerinizi kullanamayacağınız engellemeler konulabilir, sistem hatası görüntüsü verilebilir, düzeltme için başvuruda bulunursanız, “sistemde herhangi bir hata bulunamamıştır” denilerek belgeniz veya siz yok edilebilirsiniz.! Bu etik dışı sistem oynamaları da maalesef bilgiişlem elemanlarına yaptırılabilir. Gayriahlaki talepleri reddetmeleri halinde işlerinden olacakları kaygısıyla mecbur bırakılabilirler.
Eğer eskiden bir memur ya da yönetici, fiziksel bir dosyayı yok etmek isterse “çekmeceye kaldırarak” unuttururdu; bugün bu çekmecenin yerini algoritmik filtreler, erişim protokolleri, veri tabanı izinleri ve siber tahrifatlar almış durumda.
Artık bir belgenin yok edilmesi, dijital izlerinin sessizce değiştirilmesiyle mümkün oluyor.
Hatta bir digital belgenin, videonun, bir ses kaydının, ya da bir canlı yayının dahi delil niteliği taşıyıp taşımadığı tartışmalı hale geldi.
The Capture dizisinde izleyebileceğiniz sahneler mesela canlı yayın görüntüsünün sahte bir versiyonu ile yer değiştirmesi, kişinin yapmadığı bir şeyin yüksek güvenlikli bir video aracılığıyla sözde kanıt teşkil etmesi yalnızca bireylerin değil, devletlerin ve toplumların da dijital gerçeklik üzerinden nasıl yönlendirilebileceğini veya yok edilebileceğini gösteriyor.
Derin öğrenme (deep learning) teknikleri, “deepfake” adı verilen teknolojilerle üretildiğinde, artık bir kişinin ağzından çıkmamış sözleri söyletmek; hatta bir savaşın başlaması için uluslararası toplumu ikna edecek sahte “kanıtlar” üretmek teknik olarak mümkün. Ve bu yalnızca distopik senaryolar için değil, halihazırda yaşadığımız çağ için geçerli.
Hukukta Gerçeklik Nasıl Delillendirilir?
Günümüz hukuk sistemi, hâlâ somut veriye dayanma eğilimindedir. Yani video kayıtları, sesler, log kayıtları, meta veriler… Halbuki yeni çağın dijital manipülasyon araçları, tüm bu “kanıtları” dilediği biçimde yeniden yazabiliyor. Bu nedenle, gelecekte bir gerçekliğin delillendirilmesi yalnızca “veriyle” değil, o verinin menşei, değiştirilebilirliği, zincirleme denetlenebilirliği gibi yeni kriterlerle yapılmak zorunda kalacak.
Bu da şu anlama geliyor:
Gerçeğe ulaşmak artık daha fazla ve daha karmaşık veriye ulaşmakla değil, veriyi nasıl okuduğumuzla ilgili olacak. “Gözümle gördüm, okudum” devri kapanıyor; “güvenilir analitik süzgeçlerden geçirildiği için inanıyorum” dönemi başlıyor, diyebiliriz.
Uluslararası İlişkilerde Algı Savaşları
Eğer resmi biraz daha büyütürsek, yani eğer bireylerin dijital izleriyle oynanabiliyorsa, devletlerin de oynanabilir. Diplomatik krizler, seçim manipülasyonları, sahte video açıklamalarla şekillenen kamuoyu baskıları… Bunların hepsi artık mümkün.
Siber istihbarat çağında ülkeler arası “gerçeklik savaşlarının” başladığı anlamına gelir. Hangisinin gerçek olduğu değil, hangisinin daha çok “inandırıcı” üretildiği belirleyici olur. Bu da klasik güvenlik anlayışını kökten değiştiriyor. Sınırların, orduların, tankların değil; sunucuların, algoritmaların ve yapay zekâ modellerinin savaş alanı olduğu yeni bir jeopolitik dönemden söz ediyoruz.
Uluslararası algı savaşları da dijitalleşti. Bugün, bir devlet başkanının “söylediği” sözler, belki de hiç söylemediği hâlde yayına sunulabiliyor. Yarın, bir ülkeye savaş açıldığına dair bir görüntü dolaşıma sokulabilir. Ve bu görüntü, kamuoyunun ve diğer devletlerin kararlarını belirleyebilir.
Gelecekte gerçeğe ulaşmak için daha fazla kamera değil, daha güvenli yöntemler gerekecek. Sorgulama gücü olmayan bireyler ve sistemler, hatta devlet başkanları sahte gerçeğin kuklaları haline gelecek.
The Capture yalnızca bir dizi değil; geleceğin adalet anlayışı, uluslararası ilişkileri ve toplumsal psikolojisi üzerine sert bir uyarı.
İnanmadan önce, bir daha düşünün. Evrakınızı bir yere değil birkaç yere kaydedin, digital damgalamayı öğrenmeliyiz, tüm bunlara rağmen hâlâ yeterince güvenlik mekanizmalarının gelişmediğini de unutmayalım.
Çünkü artık görüntü yalan söyleyebilir.
Büyük kurumların bu “dijital sümen altı” alışkanlığı, kamu denetimi açısından ciddi bir kırılma oluşturacak. Çünkü bir belgenin varlığı değil, görünürlüğü gerçekliği şekillendirmeye başlıyor.
Bu dijital çağda en büyük güvenlik açığımız, düşünmeden inanma refleksimizdir. Sorgulayıcı, şüpheci ve dolayısıyla eleştirel düşünmekten korkan bir toplum üretirsek, dijital köleliğe mahkum oluruz!