Yazarlar

İran-İsrail Savaşına İbn Haldunî Bir Bakış

İran ile İsrail arasında alevlenen savaş, görünüşte iki devletin karşılaşmasıdır. Oysa bu yangının tam ortasında küle dönen bir halk var: Filistin halkı. Bu savaş, sadece aktörleri değil, değerleri ve halkların hukukunu da yok sayarak ilerliyor. Bu yazıda İbn Haldun’un devlet kuramı ve medeniyet döngüsüyle mevcut durumu yeniden okumayı, yalnızca tarihsel değil, güncel ve hukuki bir sorumluluk olarak deneyelim.

Asabiyenin Bozuluşu

İbn Haldun’a göre her devlet iki farklı asabiye üzerine kurulur: ortak soy yada kolektif menfaatler.
Fakat İsrail’in içinde yükselen iç gerilim yani dindar-ulusalcılarla seküler Yahudi toplum arasındaki kutuplaşma, aslında bu asabiyenin çözülmekte olduğunu gösteriyor. Artık kolektif bilinç, yerini savunma içgüdüsüne bırakmış durumda.
İran’da ise asabiye, dini dogma ile devlet çıkarı arasında sıkıştı. İdeolojik sadakat zorla üretiliyor; halkın talepleri yok sayılıyor. Ne Tahran ne de Tel Aviv halkının bu savaşı bütün bir asabiye olarak benimsiyor olması imkansız.
Bu yüzden bu durum, Haldun’un “devletin çözülme devresi” dediği yapısal bir dağılmanın tanımıdır. Ancak İsrail için dağılanları toplayan big brother Amerika’yı unutmamak lazım…

Filistin için Sessiz Hukuk

İbn Haldun’un umran teorisi yani medeniyetin kuruluşu, yükselişi ve çöküşü düşüncesi devlet merkezlidir. Ancak, işgal altında tutulan topraklarında hiçbir zaman tam anlamıya bir umran kuramamış olan Filistin halkı, Haldun’un tarif ettiği döngüye hiç dahil olamadan sürekli yıkıma mahkûm edilmiş durumda.

İşte bu yüzden, Filistin’in savaşsız yaşam talebi, sadece politik değil; ontolojik bir taleptir: Tanınmak ve yaşamak…

Halkların Barış Hakkı

Uluslararası hukuk, 20. yüzyıldan itibaren yalnızca savaş hukukunu değil, savaştan kaçınma hakkını da tanımaya başlamışdı. BM Bildirgeleri, UNESCO kararları, “halkların barış hakkı”nı temel bir insan hakkı olarak tanımlıyor. Bu hak, sadece bir savaşın sona ermesini değil; onun altyapısının da ortadan kaldırılmasını talep eder. Bunlar işgalin bitmesi, yerinden edilmenin durması, gündelik hayatın militarizmden arınması şeklindedir.
Filistin bu hakkın en sistematik biçimde ihlal edildiği yerdir. Sadece savaşa maruz kalmakla değil, barışı talep etme yetisinden de mahrum bırakılmakla cezalandırılmaktadır. Bu, hukukî bir yokluk değil; bilinçli bir siyasal unutturmadır. Filistin’in barış hakkı tanınmadıkça, hiçbir biçimde Ortadoğu barışı meşruiyet üretemeyecektir.

İran-İsrail Savaşıyla Barışın Siyasi İradesizliğe Kurban Edilmesi

İsrail ve İran arasındaki savaş, çoğu zaman Filistin adına yürütüldüğü iddiasıyla meşrulaştırılıyor fakat sadece başka bir tahakküm biçimi üretmeye dönüştürülüyor.

Çünkü Filistin, bölgenin anahtarıdır. İsrail’in güvenlik bahanesiyle meşrulaştırdığı yıkım, İran’ın hamasetle perdelediği strateji; Filistin’in barış hakkını yok saydıkça, Ortadoğu’da hiçbir siyasi denklem fikrimce meşru olmayacaktır.
İbn Haldun’un kuramında devletlerin her çöküşü yeni bir doğuşa gebedir. Bugünün yıkımı, eğer halkların barış hakkı ortak bir siyasi bilinç haline gelebilseydi, belki yeni bir asabiye(birliktelik) doğardı. Bu asabiye ne kavmî, ne mezhebî, ne de ideolojik olmalıydı. Bu seferki asabiye; hukuku, onuru ve yaşam hakkını savunan halkların ortak direniş bilinci olabilirdi.
Barış hakkı, artık füzelerden değil; Filistinli çocukların, İranlı gençlerin ve İsrailli vicdanların susarak söylediklerinden doğmalı.

Çünkü barış sadece bir ideal değil, hakların temel hakkıdır. Dünya hakları “barışçıl bir direnişi” bu zamanın asabiyesi kılmadığı sürece, tüm halkların barış halkları ihlal edilebilecektir.
Maalesef realist ve konjenktürel perspektifin siyasi ve militarist hamleleriyle dünya çapında yapılan sığınaklar ve yığınaklar, kaçınılmaz dünya savaşına malzeme taşımaktan başka birşey değildir!

Barışçıl sistemlerin böyle felç olduğu bir durumda kaotik kabuslara dönüşmeden önce diplomatik kanallara çok görev düşüyor.

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu